Han Duvarları Şiiri ve İncelemesi - Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatının
en büyük şairlerinden biri olan Faruk Nafiz ÇAMLIBEL Beş Hececiler ‘ in de en
önemli şahsiyetlerinden biridir. Şiirde daha çok hece ölçüsünü kullanmış ancak
aruz ölçüsünden de hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Han Duvarları şiirinin orijinal
metni Osmanlı Türkçesi ile yazılmıştır. Osmanlı Türkçesi ile yazılmış olmasına
karşın dili öylesine yalın ve sadedir ki bir çok kimse şiirin Cumhuriyet
Döneminden sonra yazıldığını zanneder.
Şiirin bir kısmı 14 ‘ lü bir kısmı
ise 11’ li hece ölçüsü ile yazılmıştır. Manzum hikâye tarzında yazılan Han
Duvarları Cumhuriyet Dönemi Türk Ebebiyatının yapı taşları arasındadır. Han
Duvarları lirik bir manzumedir. Faruk Nafiz ÇAMLIBEL iyi bir şair olmasının yanında
aynı zamanda Memleket Meseleleri ile hemhal olmuş bir milletvekilidir. İşte
şiir de konusunu milletvekili olan Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’ in gerçek hayatından
alır. Şiirde Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’ in at arabasıyla yaptığı ve üç gün süren
İstanbul – Kayseri (Orta Anadolu) yolculuğunu anlatır. Bu yolculuk Faruk Nafiz
ÇAMLIBEL’ e de çok şey katmıştır. İstanbul’ da yetişen şair bu yolculukla
Anadolu’ nun zor yaşam şartlarını da bizatihi görerek yaşamıştır.
Özellikle Osmanlı Devleti zamanında
ve Cumhuriyetin ilk yıllarında hanlar, kervansaraylar sosyolojik açıdan çok
önemli bir yere sahiptir. Yüzlerce insanın yolculuk aralarında konakladığı,
yemek yediği bir nevi sosyalleştiği ortak alanlardan olmuştur. Buralara yolu
düşen, buralardan geçen nice insan hanların duvarlarında yazdıkları ile
çizdikleri ile kendilerinden izler bırakmıştır.
Şiirde geçen zor yolculuk ve han
duvarlarındaki yazıların şiirin ana konusunu oluşturur. Lirik bir dille yazılan
şiirde aslında hüzün hâkimdir. Han duvarları bir hüzün şiiridir. Şair, gördüğü
manzaraları hüzünlü bir dille, coşkulu bir şekilde özellikle betimle sanatından
çokça faydalanarak tasvir etmiştir. Yukarıdaki bilgiler ışığında şiiri
özümseyerek okumak daha doğru olacaktır.
Han Duvarları
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir
yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya
duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk
ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar
sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros
Dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu
etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen
tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta
ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr
serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe
çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı
bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük
yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin
hayali,
Sonunda ademdir diyor insana yolun
hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde
tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek
yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren
uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran
hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her
yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi
kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen
dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki
cizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar
vardı,
Üstünde yazılarla hatlar
karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa
kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık
resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde,
erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda
gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla
yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla
kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben"
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz
yedi...
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne
savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her
soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan
sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan
görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ağır
kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz,
gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
Sıkı bir poyraz beni titretirken
içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
Ardımda kalan yerler anlaşırken
baharla,
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
Burada son fırtına son dalı kırıyordu...
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa
gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz
ölümdü...
Gönlümde can verirken köye varmak
emeli
Arabacı haykırdı "İşte
Araplıbeli!"
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda
kalana
Biz menzile vararak atları çektik
hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört
arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
"Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben"
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
Bu gurbetten gurbete giden yolun
üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir
uykudaydık.
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
"Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı
Şeyhoğlu'nu?"
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:
"Hana sağ indi, ölü çıktı
geçende!"
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan
geçmemişti...
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han rastlasam
irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
YORUMLARINIZI YAZIN