Bülbül Şiiri ve Hikayesi


             


         8 Temmuz 1920 günü Osmanlı Devletinin ilk başkenti Bursa Yunan orduları tarafından işgal edilir, Yunan Komutan Sofokles ilk olarak Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey' in türbesine gider, türbeye girer ve ayağını Osman Bey' in sandukasının üzerine dayayarak "Çek bakalım bir Bursa Hatırası" deyip  fotoğraf çektirir. Bu fotoğraf tüm dünyada geniş bir yankı uyandırır. Yunan Komutan sadece fotoğraf çektirmekle kalmaz, postalı ile sanduka üzerinde bir yandan poz verirken bir yandan da Osman Bey' e hitaben "Kalk koca Türk ! Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet parça parça oldu. Bursa'yı eski sahibine iade ettik, zelil neslin şimdi elimizde bir köle durumundadır. Kalk! Seni bir kere daha öldüreyim de ırkımın intikamını alayım..." Bu olay tüm yurda dalga dalga yayılmıştır. Tüm ülkede matem havası vardır. Bursa’ nın işgali üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Kürsüsü üzerine siyah bir şal örtülmüş ve Bursa işgalden kurtulana kadar siyah örtü orada öylece kalmıştır. İki yıl iki ay iki gün süren Yunan işgali Başkomutanlık Meydan Savaşının kazanılmasından sonra 11 Eylül 1922 günü Şükrü Naili Bey’ in Bursa Belediyesi’ ne Türk Bayrağını dikmesiyle son bulmuştur.

             Bursa’ nın işgali ve akabinde kısaca anlatmaya çalıştığımız olaylardan sonra Vatan Şairi Mehmet Akif ERSOY bir gecede hüngür hüngür ağlayarak önündeki sahifeleri gözyaşları ile ıslatarak Bülbül Şiirini yazmıştır. (Aşağıda Bülbül şiirinin hem yazılı metnini hem de video üzerinden sesli anlatımının bulabilirsiniz.)



Bülbül

Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Nihâyet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zâten kararmıştı;
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdîyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl...
Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl.
Muhîtin hâli «insâniyyet»in timsâlidir, sandım;
Dönüp mâzîye tırmandım, ne hicranlar, neler andım!
Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmın sînesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu:
Ki vâdîden bütün, yer yer, eninler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc demlerdi:
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûyâ Sûr-i Mahşer’di!
— Eşin var, âşiyânın var, bahârın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.
Bugün bir yemyeşil vâdî, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânümânın şen, için şen, kâinâtın şen.
Hazansız bir zemîn isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu’d-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın -kanatlandın mı- eb’âda;
Hayâtın en muhayyel gâyedir ahrâra dünyâda.
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda!
Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu,
Salâhaddîn-i Eyyûbî’lerin, Fâtih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: Nâkùs inlesin beyninde Osmân’ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâ’atlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!
Ne haybettir ki: Vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüzbinlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!




Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.